TEFEKKÜR
Dursen Özalemdar
SULTAN’ın SUALLERİ . . .
İnsanlarının çoğunun yorgunluktan bitkin düştüğü, gözlerinin ağırlaşarak
derin bir uykuya dalmış olduğu bir vakitte, kuşların, böceklerin ve suların
dahi uyuduğu bir zaman diliminde, karanlığa bürünmüş şehrin, yüksek bir
yerindeki sarayın bir odasından ışık dışarıya yansıyordu. Belli ki orada gözüne
uyku tutmayan bir insan vardı. Yakından nazar edildiğinde, başı ellerinin
arasında, gözleri yaşlı bir adam. Beynini kemiren sorulara cevap bulmaya
çalışıyordu. Dualar ediyor. Yalvarıyordu…
Nasıl olduysa birer mızrak gibi aklına saplanan; -Ben gerçekten babam
bildiğim adamın oğlu muyum .? –Cennete gidecek olanları cennetlik kılan sebep nedir?
–Ben de cennete gidenlerden olabilecek miyim? Bu suallerin ağırlığı altında
ezilen, ülkenin tahtında Sultan olarak oturan bu adam’ı kim ikna edebilecek ti ?
Vakit çoktan gece yarısını geçmişti, Sultan’ın beynini kemiren bu suallerle
sabah edebilecek takati da yoktu. Ani bir kararla diz çöküp dua halindeki
seccadeden kalktı, Abdestini tazeledi. İki rekât namaz kıldı. Sonra odanın
kapısında bekleyen nöbetçiye seslenerek, Vezirini çağırttı. O vezir, Sultanın
sadece veziri değil, can yoldaşı, arkadaşı, dert ortağı, bütün müşküllerini
paylaştığı biri idi. Vezir gecenin bu vaktinde Sultan’ın bu isteğinden tedirgin
oldu, Korktu endişe ye düştü. Alelacele giyinip sultanın huzuruna çıktı. Sultan
sanki vezirin geldiğini fark etmemiş gibiydi. Bir müddet sonra vezirine baktı
tebessüm ederek, “Hazırlan çıkıp biraz dolaşalım dedi.” Vezir söyleneni hemen
anlamıştı. Sultanın kendisi ile özel bir şeyler konuşmak istediğinde hep böyle
yapardı. Tebdili kıyafet ederler. Bazen bir molla, bir tüccar kılığında şehri
dolaşırlar, halkın arasına karışırlar, bir yandan da dertleşirlerdi.
Ne var ki vezir bu kez yanılıyordu. Sultan onu beklerken kafasındaki
sualleri ona açmaktan vaz geçmişti, hiç kimseye anlatmayacaktı. Bunu hiç
kimseye açmadan kalbinde taşırsa, cevapların ona bir şekilde geleceğine dair
bir ilham vardı. Gecenin karanlığında vezirin elindeki fenerle ara sokaklara
dalarak yürümeye başladılar. Tek tük karşılaştıkları insanların hallerini
hatırlarını sorarak geziniyorlardı. Meydan daki büyük caminin önünden
ilerleyerek mezarlığa uzanan yokuşa geldiklerinde, bir ses dikkatlerini çekti.
Biraz daha yaklaşıp baktıklarında mezarlığın tam ortasında tepe gibi bir yerde
birilerinin oturduklarını fark ettiler. Bu insanlar kimdi, ne yapıyorlardı.
Merakları had safhaya varmıştı. Biraz daha yaklaştıklarında. Birkaç genç’in
halka teşkil ederek oturduklarını, ay ışığında ellerindeki kitabı okuduklarını
gördüler. Bu arada vezirin elindeki fener de sönmüştü. Usulca bu topluluğa
yanaştılar, oturdular gençlerin kitap okumasını bitirmesini beklediler.
Oradakiler, yeni gelenlere bakıp bir şeyler söyleyecekti ki, Sultan önce
davranıp,-Hayırdır bu saatte burada ne yapıyorsunuz ? dedi. İçlerinden
bıyıkları yeni terlemeye başlayanı, -Biz talebeyiz. Derslerimizi ezberliyoruz.-
Neden evinizde, medresede değil de buradasınız peki? –Lambamızın yağı bitti,
karanlıkta kaldık, Burada ay ışığında okuyabiliriz diye düşündük. Bu cevap
üzerine Sultan. Bakışlarını gençlerden kaçırmaya çalışarak vezire işaret etti.
Müsaade isteyip kalktılar. İkisinin de içi burkulmuştu. Saraya doğru hızlı
adımlarla yürürlerken susmuşlardı. Her ikisi de bu gecenin hikmeti bu olsa
gerek diye düşünüyorlardı.
Saraya vardıklarında, Sultan’ın ilk işi gençlerin lambalarına yıllarca
yetecek kadar yağ hazırlatmak oldu. Vezir birkaç görevliyle birlikte hazırlanan
yağ ve erzakları alarak mezarlığa doğru yola koyulup gözden kayboluncaya kadar
Sultan sarayın penceresinden onları seyretti. Gençlerin hali hala aklından
çıkmıyor, içi burkuluyordu. Birden bir gariplik ve mahzunluk üstüne çökmüş,
Sultan ağlıyordu. Gözlerinden boşalan yaşlar yanaklarından ve sakallarını
ıslatırken, hıçkırıkları artmış sanki içi boşalıvermişti. Günlerdir kafasına
mızrak gibi saplanıp böğrünü yakan suallerin bu göz yaşları ile bir nevi
yıkandığını his etti. Durulduğunda, Sultan’ın gönlü rahatlamış, ferahlamış,
kendinde büyük bir yumuşama hissediyordu. Gidip yatağına uzandı, gözlerine
günlerin uyku ağırlığı düştüğünde, yüzüne belli bir şekilde bir tebessüm şekli
geldi, derin bir uykuya daldı.
O tatlı uykuda Sultan bir rüya gördü. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)
tebessüm ederek kendisine sesleniyordu. “Ey
filan oğlu falan, işte o öğrenilen ilim insanların cennete girmelerine
vesiledir. İnsanlar da ilim ehline yaptıkları yardım sebebiyle gideceklerdir. O
gençlere yaptığın yardım sayesinde sen de cennetliklerdensin.”
Uyandı. Dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başladı. Odaya canları mest eden
bir koku sarmıştı. Rüyayı hatırlamaya çalıştı. Kâinatın efendisi gecesini
şereflendirmiş, mübarek dudaklarından süzülen sözlerle sorularına cevap
vermişti. “Ey filan oğlu, falan” derken Sultan’ın babasının ismini söylemiş.
Böylece sultan gerçekten babasının kim olduğunu anlamıştı. Bu birinci sorunun
cevabıydı. Sonra kimlerin cennetlik olduğunu, en son da kendi durumunun ne
olacağını öğrenmişti. Sultana uyku uyutmayan, zihnini tırmalayan üç soru da
kandilin ışığında aydınlanıvermişti.
Aynı gün. Her canlının uykuda olduğu o vakitte, Bir tek mezarlıktan,
caminin önüne inen yolda, sırtlarında kandil yağı ve Sultan’ın gönderdiği erzak
lgülümseyerek yürüyen birkaç genç uyanıktı. . .
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder